Beni çıldırtan bu boşlukta kendime bir yer bulmam gerektiğini fark ettiğimde tren çoktan kalkmıştı. Gitmekle kalmak arasında durduğum o karar çizgisi trenin kapılarıydı. Kalmayı seçmiştim ancak bunun içimde gitmekle eşdeğer olduğunu düşünmem bendeki yaraları kanatmakla meşguldü.
Bulunabileceğim en olası yer, sözcüklerin tükendiği bir yer olabilirdi şu durumda.
Doğru olanı seçmek için beynim fazlaca sarhoş; bedenim oldukça yorgundu.
Bir şeyler hissedebilmek uğruna mutsuzluğa bile razıydım. Bu zaten diğer her şeyi siliyordu.
Haliyle çocuk seslerinden sıkıldım. Klasik müziklerden, hastalıklardan, saçımdaki sürekli elimle kopardığım beyazlardan, neyse'lerden, sigara dumanından ve insanlardan sıkıldım.
Ellerim titrediği için taşırdığım kırmızı ruju, kırışıklıklarımı, bakımsız ve çökmüş bir kadın olarak görünmeyi sevmiyordum. İstasyondaki kalabalığa bakılırsa, birilerinden ya da bir şeylerden nefret etmeyi de sevmiyordum.
Çünkü nefret etmenin insana yüklediği ağırlıkla tanıştığımda henüz çok gençtim
Şimdi kırklarını geçmiş bir kadınım. Yanımda bana susmadan bir şeyler anlatan, beli kamburlaşmış yaşlı adamı duymamaktayım. Öyle ki, ağlamaklı sesindeki titremeyi fark etmem, çocuklarımın bana ihtiyacı olduğunu düşünmemle birdi.
Hala hiçbir şey hissetmiyor oluşumun verdiği boşlukla, titreyen ellerim, kırık kalbim, külü durağanlığımdan dolayı düşmüş sigara izmaritim ve derman kalmayan dizlerimle yürüyerek tekrar bilet almak için gişeye doğru ilerledim.
Yapabileceğim en iyi şey belki de gitmekti. Öyle olmalıydı.
Gittiğim yerde içi boş olan valizime belki biraz umut eklerdim,
ya da hiç dolmayacak olan bedenimi de valize hapsedip öyle giderdim.
Böyle daha güzeldi.
Durdum.
Şimdi duyabiliyorum, gişedeki kadının "biletiniz gidiş-dönüş mü olacak?" diye sorduğunu.
Bu gidişin dönüşü olmayacak demek yerine kuru bir hayır diyerek, savrulacağım o boşluğa ilk cevabımı veriyorum.
Biliyorum; sadece bazı şeyleri sevmiyorum. Fark ediyorum.
Sen de buna dahilsin demeden bir sigara yakıp, saçımdan bir beyaz tel daha koparıyorum.
Ve gidiyorum..