10 Ekim 2023 Salı

Sanmalar Sanrısı

Nasıl yazılır unutmuşum
Nasıl söyleneceğini unuttuğum gibi
Biraz zorlarsam doğurabilirim sandım
Biraz zorlarsam yaratabilirim sandım.
Sessizliği doğurmak başka bir mucizeye aitmiş,
Bilemedim.

Kimseye söylemezsem olur sandım
Susarsam boşluklar dolar sandım
Günahlarımı tek tek hecelerine ayırdım
Onlara dokunursam
Hatırlarım sandım
Ama zorlanıyorum hatırlamakta
Unutmanın, hatırlayamamakla aynı olmadığını biliyorum,
Biliyorum ama
Ağzımdan çıkıveriyor içimin zehirli suları

Ve yine
Ben,
Güzel şeyler nasıl sevilir unutmuşum
Çirkin şeylerin nasıl sevildiğini unuttuğum gibi

O yüzden
Lime lime koparıyorum kendimi
Kendimden.
Ancak öyle doğurabiliyorum bir ucu kesik cümleleri
Ancak öyle yamayabiliyorum boşlukları
Çünkü
Burada yazdıklarım, yazamadıklarımın kifayetsiz kalışındandır
Biliyorum.

Sona geldik
Geldik ama ben,
Başlandığı gibi nasıl bitirilir unutmuşum.
Bitirerek yok etmenin,
Hangi duygusal çırpınışa eş olduğunu unuttuğum gibi.

1 Mayıs 2020 Cuma

biz ve bize dair


Vişne çürüğü renkli hayal kırıntılarından yapılmış derme çatma bir evdi yaşadığımız,
Kırmızısını içtiğimiz gecelerde kendimizden bir adım öteye gidememeyi ezberlerdik,
Mavi değilse de koyusuna bir güzellemeydi yok oluşlarımız.

Hep kifayetsiz kalırdı dokunmalarımız, hep eksik. 
Bu yüzden kırılmış bir beyazla boyanmıştı içimizdeki duvarlar.

Biz diğerlerinden bir renk gerideydik,
İçimize güneş vurduğunda geçer sanardık. 
Geçmediğini fark ettiğimizde çamura bulanmış bir tutam turuncumuz olurdu.

Sevmeyi sever, sevilmediğimizde kabuk bağlamış yaralarımızla oynardık.
İyileşeceğimizi bilirdik, iyileşebilirdik.

Bizim ismimiz yok, cismimiz renksizdi.
Ama yine de geceden daha fazla anlam katardık siyaha.


Bazen içimizdeki duvarlardan kaçıp yırtılmış ışık hüzmelerinin arasından geçmeye çalışırdık,
ve sesler duyardık. 
Hiçbir şarkıya ya da hiç kimseye ait olmayan sesler..

Bir de ruhları hastalıkla bezenmiş insanlarımız vardı. Ağızlarını açtıklarında kirli bir ağıt bırakırlardı havaya. Duymak zorunda olduklarımızla karıştıklarında, bembeyaz irinler akardı derimizden.

Ve en nihayetinde, 
Her zaman en keskiniyle karşılaştığımız cam kesiklerinden yeni bir benlik yaratırdık;
Biz işte o hep tamamlanmaya çalışan yarımdan arta kalandık.


3 Temmuz 2015 Cuma

dokunuş

Bir adam gördüm bu gece. Amaçsızlığının ayaklarına dolanışını seyrettim. Gözlerini göremedim. Rüzgarın saçlarının arasından geçirdiği huzursuzluğu gördüm; onu seyrettim. Ellerini göremedim ama, ruhunu görmem fazla zamanımı almadı.
Bir direnişi gördüm bu gece.
Boynuna asılmayı bekleyen; sandalye itildikten sonra ayaklarının boşlukta sallanışına destek verecek olan o ipe karşı yaratılan direnişi gördüm. 
Bununla birlikte, havaya zorla bırakılmış bir nefes gördüm. Nefesin her zerresindeki zorunluluğun çizdiği hüzne dokundum. 
O bugün ölmedi,
ben ona dokundum.
İşte sokaktaki o adamın karanlığını gördüm. Ve bunu, zaman akarken farkettim.

O ölmedi. Gördüm.
Ben ona dokundum.
Dokunmak yetmedi;
öldüm.

2 Temmuz 2015 Perşembe

üç çizikli manolya

Beklemeye ait birkaç bıçak kesiği ve çiçeklerin soluşuna ithaf edilmiş birkaç nota bırakıyorum buraya. Lüzumsuz kelimelerin getirdiği palyatif mutluluğu yerleştiriyorum aklınızdaki anı kırıntılarına.

Tanrının elini tuttum dün gece. 
üç çizik attık sabaha, 
"unut" dedi, unuttum.
Gerçekleşmeyecek düşlerimi ovdum. 
Ben o üç çizikle yoğruldum.

Bir leşin kokusu sinmiş o üç çizikli sabaha, 
o yüzden kelepçe taktım uykularıma
Zor değildi ama, mahvediyordu bir bakıma.

Elbette o sona biraz karanfil ekledik; geceyi sabah ettik.

Meyleri dizdik, bekledik.
Ve Tanrı "sil" dedi
Sildik.

21 Haziran 2015 Pazar

Bazen

Bazen yorulursun; yorgunluğun içine dar gelir.
Sokaklar solgunlaşır, nefesin ruhuna çok gelir.
Kendince ölürsün; çerçeveler boş gelir.

Gökyüzüne baktığında, yaz gelir, kış gelir.

Yorulursun, hissizliğin tırnaklarının ucuna dolar. Etine batar.
Etin kanayınca fark edersin.
Ağır gelir.

Haliyle, hesapta yokken ölürsün için için.
Kalbin kırılır, dokunmazsın. 
Sustuğunda ve susturulduğunda avuç içine batırdığın tırnaktan daha az acıtacağını bilmediğin için korkarsın. 
O yüzden dokunmazsın.

Sana dokunurlar. Bilmezsin

Ve işte bazen yorulursun;
kanın çekilir, battığın dibi görürsün.
Bidaha ölürsün

20 Haziran 2015 Cumartesi

Beyaz Tel



 Beni çıldırtan bu boşlukta kendime bir yer bulmam gerektiğini fark ettiğimde tren çoktan kalkmıştı. Gitmekle kalmak arasında durduğum o karar çizgisi trenin kapılarıydı. Kalmayı seçmiştim ancak bunun içimde gitmekle eşdeğer olduğunu düşünmem bendeki yaraları kanatmakla meşguldü.

 Bulunabileceğim en olası yer, sözcüklerin tükendiği bir yer olabilirdi şu durumda.
 Doğru olanı seçmek için beynim fazlaca sarhoş; bedenim oldukça yorgundu.
 
 Bir şeyler hissedebilmek uğruna mutsuzluğa bile razıydım. Bu zaten diğer her şeyi siliyordu.
Haliyle çocuk seslerinden sıkıldım. Klasik müziklerden, hastalıklardan, saçımdaki sürekli elimle kopardığım beyazlardan, neyse'lerden, sigara dumanından ve insanlardan sıkıldım.

 Ellerim titrediği için taşırdığım kırmızı ruju, kırışıklıklarımı, bakımsız ve çökmüş bir kadın olarak görünmeyi sevmiyordum. İstasyondaki kalabalığa bakılırsa, birilerinden ya da bir şeylerden nefret etmeyi de sevmiyordum. 
Çünkü nefret etmenin insana yüklediği ağırlıkla tanıştığımda henüz çok gençtim

 Şimdi kırklarını geçmiş bir kadınım. Yanımda bana susmadan bir şeyler anlatan, beli kamburlaşmış yaşlı adamı duymamaktayım. Öyle ki, ağlamaklı sesindeki titremeyi fark etmem, çocuklarımın bana ihtiyacı olduğunu düşünmemle birdi. 

 Hala hiçbir şey hissetmiyor oluşumun verdiği boşlukla, titreyen ellerim, kırık kalbim, külü durağanlığımdan dolayı düşmüş sigara izmaritim ve derman kalmayan dizlerimle yürüyerek tekrar bilet almak için gişeye doğru ilerledim.

 Yapabileceğim en iyi şey belki de gitmekti. Öyle olmalıydı.

Gittiğim yerde içi boş olan valizime belki biraz umut eklerdim,
ya da hiç dolmayacak olan bedenimi de valize hapsedip öyle giderdim.

 Böyle daha güzeldi.
 Durdum.

Şimdi duyabiliyorum, gişedeki kadının "biletiniz gidiş-dönüş mü olacak?" diye sorduğunu.
Bu gidişin dönüşü olmayacak demek yerine kuru bir hayır diyerek, savrulacağım o boşluğa ilk cevabımı veriyorum. 

Biliyorum; sadece bazı şeyleri sevmiyorum. Fark ediyorum.

Sen de buna dahilsin demeden bir sigara yakıp, saçımdan bir beyaz tel daha koparıyorum.

Ve gidiyorum..

21 Nisan 2015 Salı

Akrep mi hızlı Yelkovan mı?


Mutfağımdaki metal saatin çıkardığı sesle senkronizeydi bazı şeyler. Görünüşte her şey normaldi. Saat de çalışıyordu ama eksikti çok şey. 

Adımların hep biraz daha hızlandı her basamakta. Bir sonrakine daha bir hiddetle bastın.
Hesapta kendinle yarışıyordun ama, beni de çoktan geride bırakmıştı rüzgarın.

Kural basitti; düşmeyecektik. Tutunacaktık illa ki, ya bir şarkıya ya da bir sevdaya.
Benimle ilgili her şey senindi;  bende sen yoktun. Ya da sadece cebimdeki bozukluktun.
Belki biraz havayı koklamak iyi gelirdi ama bu polenler mahvediyor insanı.

Babamlara da daha söylemedim, hala işlerle uğraştığını, mukavvadan evler yaptığını sanıyor o kırlaşmış saçlarıyla. Bu şehir ise unutmuş seni o sürekli yanan ışıklarıyla.

  
Çay soğudu. Duvardaki saat de çalışıyor, oysaki bazı şeyler hala eksik.
Birlikte yaşamaya devam ederdik ama,
sanırım geçmedi tıraş olurken yüzünde beliren kesik.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Yabancılaşıyorum




Yabancılaşıyorum. Sokakta bedenime çarpıp sarsıldığım, nefes alan canlılara; insan dediklerimize. Evet yabancılaşıyorum.
Bulmakta zorlandığım, benliğimin en ücra köşesindeki kırılmışlıklarıma bakıyorum; yoklar.
Midem bulanıyor, ciğerlerime nikotin hapsedilmiş.
Yabancılaşıyorum.
Yokluğuma,
Yok oluşuma,
Var olamayışıma.
Omuzlarım ağrıyor, sırtımda sızılar.
Bastırılmışlığımda boğulmakla meşgulüm. 
Bileklerim kanıyor. Ellerimden süzülüp yere damlayan kanda buluyorum kendimi, belki de sadece öyle sanıyorum. 
Dünyadan düşerken hissediyorum çöküşümü. Gözlerim kararırken gördüğüm son şeyin kan birikintisi olmasından muzdaribim.

Yabancılaşıyorum, 
Kendime, beynime, fikirlerime
Solup giden kelimelerime,

Bin bıçak saplandığını hissettiğim sırtımdaki çocukluk yarama

İnsanlara

Yabancılaşıyorum,

Yok oluyorum.

1 Kasım 2014 Cumartesi

kırmızı



"Kalbime dokunuyorsun" dedi kırmızı rujuyla hüznü ruhunda taşıyan kadın.

Sustu adam.
Bir daha konuşmamak üzere,
Sustu.

Ve kadın, bir daha soyunmadı hiç bir geceye.
Bin parçaya bölündü tek kişilik bedeniyle.

O zamana kadar hiç bir adam, onun kadar, üşümemişti bir kadının sıcaklığında.

Bir sigara yaktı kadın.
Ruja bulandı kadının sigarası,
Kadına bulandı adam.
Her nefeste onu içine çektiği zaten titreyen ellerinde gizliydi.

Birbirlerine bakıyorlardı,
Ama gören yoktu

Bir yalnızlığı paylaştılar

Sustular.

Ve hiç bir aşk böyle alevlenmedi,

Yine sustular.

Hiç bir aşk böyle solmadı birinin ruhunda.

Bir daha konuşan olmadı,

Yine susmayı seçtiler;

Ve bundan sonra tektiler.

6 Eylül 2014 Cumartesi

ya siz, kimsiniz?


   Ben bir hastanenin, rengi solmuş mavi duvarıyım. Her gün insanların acılarıyla uyanıyorum. Onları selamlıyorum. Her gün onlarca çığlık yankılanıyor bedenimde. Onlarca gözyaşı dökülüyor gözlerimin önünde. Telaşlarına bakıyorum, bazen de küçük ailelerine yeni bir bireyin katılmış olmasını karşılayan, çiçeği burnunda bir annenin sevincini paylaşıyorum.

Ben hep bekliyorum, onlar gibi. Çürüyorum

  Ben bir pencereyim, dar bir sokağa bakan. Sokak satıcılarıyla konuşuyorum. 
Tablasındaki kırmızı elmalara, yeşil üzümlere bakıyorum.

Belki beş dakika sonra unutuyorum

  
  Bense bir müzik kutusunun baleriniyim. 
Dönüyorum öyle, dünyada varolma sebebim buymuşçasına. 
Gözlerime bakarsanız, küçük bir kızın uykuya dalışını seyredebilirsiniz; 

Benim her gece yaptığım gibi.


Ben bir sigara dumanıyım
Yahut bir rakı bardağı.
Sonbaharda dalından ayrılan o sararmış yaprak, yine benim.
Evet haklısın, bir süre önce yeşildim. Ama zaman geçiyor işte. Öyle ya da böyle.
Zamanın akışını durduramayan o eller, yine benim ellerim.


Sen bunları bilmiyorsun ama, ben senim
Sensizim ama, ben sizim
Göremeseniz de.